12 yıl kadar önce Cumhuriyet gazetesinin Strateji ekinde ABD’nin Irak’ın ardından İran’ı da hedefine aldığını belirten, İran’ın etnik ve dinsel yapısıyla ilgili bir makale yazmıştım. O makale şöyle başlıyordu:

 

“1990'lı yıllardan beri gündemde olan Küreselleşme sürecinin ve Batılı devletlerin emperyalist politikalarının etkisiyle, Batı dışı toplumlarda etnik kimliklere ilişkin sorunların daha yoğun olarak ortaya çıktığı görülüyor. Batı (özellikle ABD ve İngiltere), etnik kimliklerin çatışmasını tetikleyerek ve bunu kullanarak; teröristlerle savaş, kitle imha silahlarının yayılmasını önleme ve diktatörlere karşı demokrasi getirmek gibi bahanelerle müdahalelerde bulunuyor. Bunun ilk örneği Irak'ta verildi ve İran'da devam edecek gibi görünüyor. Bugün gelinen noktada, Irak'taki etnik farklılıklar o kadar ön plana çıkarıldı ve o kadar etnik düşmanlıklar kışkırtıldı ki, artık bu kimliklerin bir arada yaşaması mümkün görülmüyor. Ulusal kimliklerin gelişmemiş olması, etnik kimliklerin kışkırtılarak devletlerin parçalanmasını kolaylaştırıyor. Oluşmamış ulusal kimliklere dayanan devletlerin etnik kışkırtmalarla kolayca ufalanması, parçalanması; bu topraklarda emperyalist emeller besleyen ülkelerin kendi ayakları üzerinde duramayan küçük etnik devletçikler yaratmaları ihtimalini gündeme getiriyor. Irak'ta işlediği görülen bu tezgâh, acaba İran'da da işleyecek mi?

 

İran, köklü tarihi, eski uygarlıklara kaynaklık edişi ve devlet geleneği itibarıyla Irak'tan çok farklı olmakla beraber; bugün, demokratik olmayan bir rejimle yönetilmektedir ve birleştirici üst kimliği Şiilik olan bir ülkedir. Şiiliğin birleştiriciliğine rağmen, pek çok etnik kimlik bulunuyor ve bunlar varlığını sürdürüyor”.

 

Makalede ayrıca İran’ın etnik yapısıyla ilgili olarak da şu değerlendirmeyi yapmıştım:

 

Nüfusu Türkiye kadar, topraklarının genişliği ise Türkiye'nin iki katı kadar olan İran'ın nüfusunun yüzde 51'nin Acem, yüzde 49'unun diğer etnik gruplardan oluştuğu CIA'nın hazırladığı bir raporda belirtiliyor. Mısır'da yayınlanan el Watan el-Arabi Dergisi, 25 Kasım 2005 tarihli sayısında bu rapordan yararlanarak İran'ın 28 eyaletinin etnik yapısı veriliyor:

 

Fars yüzde 51, 

Azeriler (çoğunluğu Doğu ve Batı Azerbaycan eyaletlerinde) yüzde 24,

Jilaki ve Mazenderiler yüzde 8,

Kürtler yüzde 7,

Araplar yüzde 3,

Lorlar yüzde 2,

Bloşlar yüzde 2,

Türkmenler yüzde 2,

Diğerleri yüzde 1.

 

İran'da bulunan dinsel ve mezhepsel yapı:

Şii Müslümanlar yüzde 89,

Sünni Müslümanlar yüzde 9,

Zerdüşt, Yahudi, Hıristiyan ve Bahailer yüzde 2

 

İran'da konuşulan diller:

Farsça konuşanlar yüzde 58,

Türkçe konuşanlar yüzde 26,

Kürtçe konuşanlar yüzde 9,

Lorca konuşanlar yüzde 2,

Bloşca konuşanlar yüzde 1,

Arapça konuşanlar yüzde 1,

Diğer dilleri konuşanlar yüzde 3.

 

İran üzerine o tarihlerde bir makale kaleme alan Ergin Yıldızoğlu, İran’ın Iraklaştırılması tehlikesine dikkat çekmişti. İran, o tarihten bu tarihe hâlâ Batı’nın gündeminde yer alan bir ülke… Hele ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından -domino etkisi yaratacak bir şekilde- İran’ın Ortadoğu’da ağırlığı ciddi bir şekilde arttı. Suriye’de yaşanan iç savaş, Irak’ın ardından Suriye’de de İran’ın etkisini arttırdı ve tabii küresel bir gücün de İran’ın partneri olarak bölgede güç gösterdiğini unutmamak gerekir: Rusya… Rusya gibi ABD de kara gücüyle değil ama hava gücüyle bölgede etkinler. Her iki ülkenin kara gücü olarak destekledikleriyle birlikte değerlendirilmesi gerekir: ABD’nin kara gücü PKK/PYD… Rusya’nın kara gücü ise İran’ın milisleri ve Esad rejiminin ordusu… İran’ın eskiden bölgede gücü çok azdı. Lübnan’daki Hizbullah’tan ibaretti. Oysa artık bu mütevazi durumun ötesinde İran, bölgede boy göstermeye başladı son yıllarda. Üstelik bu boy gösterme –İran’ın mezhepsel olarak da rakibi olan-Suudi Arabistan’ın hemen dibinde, Yemen’de de ortaya çıktı. 

 

İşte bu ortamda ABD’de iktidara Cumhuriyetçi Trump geldi. Trump iktidara geldi ama ülke içerisinde eli hiç de rahat değil. Ciddi baskı altında. Geleneksel saldırgan Cumhuriyetçi politikalara yönelerek elini rahatlatma derdinde. Nitekim Kudüs’ün başkent olarak ilan edilmesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. 

 

Ortadoğu’da halkının çoğunluğu Müslüman olan iki buçuk köklü devlet olduğunu söylemek gerekir. Biri Türkiye’dir. Diğeri ise İran. Her iki devlet de köklü tarihiyle, imparatorluk geçmişiyle kadim uygarlıkları temsil etmektedir. Buçuk ise Mısır’dır. Bu devletlerin dışındaki devletler, kağıttan kaplan gibidir. Köklü tarihleri yoktur. Tek adam rejimlerine sahiptir, modern olmayan toplumsal yapılarıyla ve totaliter rejimleriyle kırılgan bir yapıya sahiptirler. Dolayısıyla dış müdahaleye, yani emperyalist baskıya açıktırlar. Irak, Libya gibi ülkelerin yönetimlerinin nasıl devrildiğini, ülkelerin nasıl iç savaşa sürüklendiğini ve parçalanma sürecine girdiğini unutmamak gerekir. Suriye burada ayrıksı bir özellik göstermektedir. Irak’tan farklı olarak daha köklü bir rejim yapısına sahip olduğu ve rejimin daha geniş kitlelere dayandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca mevcut yönetime Rusya ve İran desteği de unutulmamalıdır. 

 

İran’da son günlerde yaşanan toplumsal olaylar İran’ın düşmanlarının heveslerini arttırmışa benzemektedir: ABD, Suudi Arabistan ve İsrail… Ancak İran, bu hevesleri boşa çıkaracak bir görüntü arz etmektedir. Yaşanan olayların ekonomik sorunlardan, hayat pahalılığından, genç işsizliğinden ve bir takım özgürlük taleplerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. İran Cumhurbaşkanı Ruhani, önceki cumhurbaşkanlarından Hatemi’nin söylemlerine benzer bir şekilde olayları yorumlamakta ve ılımlı bir tavır sergilemektedir. Dinsel otorite, dış güçlere dikkat çekse de İran’da aklıselimin galip geleceğini tahmin etmek şaşırtıcı olmayacaktır. Aksi bir durum sürpriz olarak nitelenebilir. Gerçi 2009 seçimlerinin ardından yapılan yolsuzluklara da İran’da tepki gösterilmiş ve bir takım olaylar meydana gelmişti. Olayların bastırılması aylar sürmüştü. 

 

20. yüzyılda İran tarihinin üç önemli dönüm noktası olduğu söylenebilir. Biri 1906 Meşrutiyetin ilanıdır. İkincisi Başbakan Musaddık’ın 1953’te ABD ve İngiltere eliyle devrilmesidir. Her iki ülkenin içerideki işbirlikçisi Şah’tı. Musaddık’ın kabahati (!) ise petrolü millileştirmekti. ABD ve İngiltere, bunun bedelini Musaddık’a ödetti. Musaddık dış destekli darbeyle devrilmeseydi belki İran bugün, Türkiye ile birlikte Ortadoğu’nun en demokratik ülkelerinden biri olabilirdi. Ancak süreç, Şah iktidarının yerini İran İslam Devrimi’nin almasıyla bambaşka bir yönde ilerledi. Dolayısıyla İran halkının yaşadığı acı deneyimler, tarihsel miras ve köklü devlet geleneği, kentli toplumsal yapı İran’ın Iraklaşmayacağını bize gösteriyor. Bununla birlikte bölgesel olarak yaşanan gelişmelerin, dış müdahalelerin önemini ıskalamamak gerekir. Burada Türkiye’ye büyük görev düşmektedir. Saddam’ı devirmek, bir koyup üç almak adına Özal’ın yaptığı hatayı tekrarlamamak bir zorunluluktur. Benzer şekilde 2012 sonrasında Esad’dan kurtulmak adına yapılanlar da aynı hatanın devamı niteliğindedir. Türkiye bu iki hatadan ders çıkararak, bölgedeki köklü devlet geleneğine sahip diğer ülkeye dış müdahaleye alet olmamalı, bu ülkenin iç işlerine karışmamalıdır. İran’a yapılacak bir müdahaleden sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Böyle bir müdahaleye izin vermemek ve beka sorununu çözmek adına İran’ın toplumsal ve demokratik sorunlarını çözmesi gerektiği gibi, Türkiye’nin de buradan çıkaracağı çok dersler olduğu unutulmamalıdır. Her iki ülke arasındaki “tatlı” rekabet sürmeli, ama medeniyet içi çatışmaya da izin verilmemelidir.    

 

Kaynak:

Hakkı Uyar, “Irak örneği doğrultusunda, etnik ve dinsel yapısıyla. ABD'nin hedefindeki İran”, Cumhuriyet Strateji, 8 Mayıs 2006.