Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan yüzlerce yıllık pek çok sorununu çözdü. Bununla birlikte bazı sorunların Cumhuriyet dönemine kalması kaçınılmaz olmuştu. Lozan’dan arta kalan sorunlar olarak Musul, Hatay ve Boğazlar Sorunu’nu saymak gerekir. Bunlardan Musul hariç, diğerleri Türkiye’nin lehine çözümlendi.

Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı'nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasal, tarihsel, etnografik, coğrafi, ekonomik ve askeri açılardan açıkladı.

İsmet Paşa'nın bu konuşması incelendiğinde Musul'un bir Türk toprağı olarak kabul edilmesindeki gerekçelerin yanı sıra, İngiltere'nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü görülmektedir. Esasında Türk tezinin dayandığı temel nokta etnografik sebeplerdir. Musul vilayetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş ve Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu'dan ayrılamayacağı belirtilmiştir.

İsmet Paşa son resmi Türk istatistiklerine dayanarak Musul'u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:

- Türk.........................................146.960 

- Kürt.........................................263.830 

- Arap .........................................43.210 

-Gayri Müslim.............................31.000 

- TOPLAM.................................503.000 

 

Türk tezinin aksine İngilizlerin verdiği rakam çok daha farklıydı:

- Türk.........................................65.895 

- Kürt........................................452.720 

- Arap.......................................185.763 

- Hıristiyan .................................62.225 

- Yahudi .....................................16.865 

- TOPLAM................................785.468 

İsmet Paşa'nın bölgede "plebisit" yapılması yönündeki teklifi yine Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıdır. Curzon'a göre, bölge halkının rey verme alışkanlığı yoktur. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü; İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını adeta "cahiller topluluğu" olarak kabul ettiklerini gösterdi.

Demografi yapıya ilişkin farklı nüfus istatistikleri ülkeler arasındaki rekabetin de açık bir göstergesiydi. Nitekim günümüzde de durum aynıdır. 2003’te Irak’ın işgalinin ardından Musul’un kaderini tayin etmek için referandum yapılmasına ilişkin talepler yerine getirilmedi. Bu noktada 90 yıldır değişen bir şey olmadığını söylemek gerekir. 

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gergin olduğu dönemde, Atatürk 1 Mart 1924 tarihinde TBMM açış konuşmasında Milletler Cemiyeti’ne girmekten söz ediyordu. Burada eşit bir üye olmayı, uluslararası sorunları hak ve adalete dayalı olarak çözmeyi amaçladıklarını, Türkiye için barış ve huzur yolunda ilerlemelerin kaydedildiğini vurguluyordu.

Atatürk’ün 1 Kasım 1924 tarihli TBMM açış konuşmasında da Batı ile ilişkileri geliştirme çabasını vurgularken, Musul meselesinin “hak ve adalet” ölçülerinde çözülmesini istiyor ve Milletler Cemiyeti “mefkuresi(ni) milletler için mucibi selamet” olarak niteliyordu. Tüm bunların yanında Sovyetler Birliği ise “kadim dost”tu. Görüleceği üzere Atatürk, hem Sovyetler Birliği ile dostluğu sürdürmek, Batı ile iyi ilişkiler kurarak sorunları lehine çözmek amacındaydı. 

Atatürk’ün 1 Kasım 1925 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmanın dış politika kısmı “Türkiye Cumhuriyeti’nin beynelmilel aile-i medeniyette kabili ihmal olmayan bir unsuru kuvvet ve müsalemet olduğu geçen bir sene zarfında bir daha tezahür etmiştir ümidindeyim” cümlesiyle başlıyordu. Sovyet ve Afgan dostluğundan bahseden cümleleri milletvekillerince alkışlanıyor; Musul meselesinin gerginliği hâlâ devam ediyordu.  

Türkiye’nin Irak petrolleriyle ilişkisi 1926 yılında Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan üçlü antlaşmadan (Ankara Antlaşması) doğmaktadır. Bu antlaşmanın 14-b maddesine göre Irak petrol gelirlerinden 25 yıl boyunca Türkiye’ye yüzde 10 pay verileceği öngörülmüştü.

Şeyh Sait İsyanı, Türkiye’nin yoğun olarak Musul sorunu ile ilgilendiği bir dönemde ortaya çıktı. İsyanın çıkışı, büyüklüğü ve bastırılmasında yaşanan sıkıntılar Türkiye’yi İngiltere ile anlaşmaya zorladı. Musul’u alma çabasının ülke içinde sorun yaratacağını anlayan ve kuruluş aşamasında olan Türkiye, o dönemde kendini buna zorunlu hissetmişti. Zorlukla ve yokluklar içerisinde kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın ertesinde isyanı bastırmak Türkiye için ciddi bir mali külfet de getirdi. Savaş ertesinin ve kuruluş yıllarının getirdiği gerilimi Türkiye sürdürebilecek durumda değildi. Nitekim, 1926 yılında İngiltere ve Irak’la anlaşarak sorunu barışçı yollardan –kendi aleyhine olsa da- çözdü.

 

1923 Türkiye’si savaşla Musul’u alabilecek bir güçte değildi. Bununla birlikte Musul için mücadele etmekten vazgeçmedi. Önce Nasturi ayaklanması, ardından da Şeyh Sait İsyanı ülkenin elini kolunu bağladı. Üstelik savaş yorgunu bir ülke söz konusuydu. Modernleşme ihtiyacı ve dağ gibi sorunlar kapıdaydı. Tüm bunlara rağmen Mustafa Kemal Türkiye’si saygın bir ülke olarak plebisit/referandum yapmayı teklif edebilecek bir özgüvene, saygınlığa sahipti. Büyük olasılıkla yapılacak dürüst bir referandum, Türkiye’nin kazanması sonucunu doğuracaktı. 11 milyonluk fakir ve yorgun Türkiye, Musul’da hak iddia edebilmiş ve Lozan’da Süleyman Şah Türbesi’ni topraklarına katabilmişti. Oysa bugünün 80 milyonluk Büyük Türkiye’si, ne Süleyman Şah Türbesi’ne sahip çıkabiliyor ve ne de Lozan’da kaybedilmesine hayıflandıkları Musul’a yönelik harekette bulunabiliyor. Uzaktan seyretmekle yetiniyor. Dönüp bakıldığında 1923’ün Türkiye’si mi daha saygın, 2016’nın Türkiye’si mi, diye sormadan edemiyor insan…